26 Şubat 2024 Pazartesi

MÜTTEKA VE MUİN

“Biz müttekâ-yı zer-keş-i câha dayanmazuz

Hakk’ın kemâl-î lütfûnadır istinâdımız.”

Bakî (Gazel)

MÜTTEKA VE MUİN

Atilla Baran Can ÇELEBİ


Mevlevilikte “can” tabir edilen dervişlerin (çırak), hücrenişin (kalfa) olmak için aşmaları gereken, Abbasi Devleti’nin Reisi ve İslam halifesine bağlı olan Fütüvvet [Arapça “yiğit, mert kişi” anlamındadır (Anadolu’daki ismi ise ahidir; ahi, Arapça “kardeş” anlamındadır) teşkilatının belirlediği 18 değişik hizmet aşaması vardı. Ve bunlar için 1001 günlük (Arapçadaki “Rıza” kelimesinin ebced hesabındaki değeri) bir süre belirlenmişti. Ayrıca ramazan ve şevval ayları hesaba katılarak, her yıl tekrarlanan 40 günlük oruç ibadetiyle geçirilen ve adına Arapçada kırk sayısı anlamına gelen “erbain” süreleri mevcuttu. Bu dönemde dervişler (çırak) az konuşarak, az yiyerek, az uyuyarak, ayetleri ve hadisleri tefekkür etme sürelerini Dede(Usta)’lerinin talimatlarıyla artırmaya gayret ederlerdi. Bu kırk günlük (Arapça, erbain) süreler içinde dervişler, vücut yorgunluklarından dolayı uyumamak ve yaşadığı manevi halleri derin uykuya dalıp unutmamak için de sivri ucunu yere sabitleyip, yukarı kısmındaki kavisli yerine çenesini veya alnını dayadığı “Muin”i ve ayrıca da dinlenme veya kendinden geçme hallerinde koltuklarının altında yana kaymaması için dayanılacak alet, yardımcı ve yardım eden manalarına da gelen “Mütteka”ları yani tefekkür bastonları kullanırlardı. 

Müttekâ: Arapça isim Vekâ (ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağının üzerine gelmesi) kelimesinden türemektedir. İttikâ: Arapça isim (dayanma, yaslanma olunacak, dayanılacak âlet; koltuk değneği, asâ) Çileye giren dervişler, yatıp uyumamak için, koltuk altlarına müttekâ koyarlardı. Alın kısımlarına ise bir tarafı boş olan alınlık veya çenelikte denilen «muin»(yardımcı)’i koyarlardı. Muin’in bir tarafı, alına veya çeneye dayanak olacak şekilde yapılmıştır. Tefekkür anında duvara dayanmadan, oturur vaziyette olacak şekilde alın veya çene «muin»e dayanır, koltuk altına da «mütteka» alınırdı. Dervişler «erbain(kırk gün) odalarına» daha fazla tefekkürle ibadet etmek için girerlerdi. İşte bu sebeple «erbain odalarına» girenler daha çok tefekkür ederek manevi hallerini arttırmak için az uyumaya gayret ederlerken bu tefekkür bastonlarını kullanırlardı.

Mütteka ve Muin’in sap kısmının bitimi sivri olurdu. Gerektiğinde dış mekânlarda sivri ucu toprağa yere sabitlenerek, namaz esnasında sütre (Namaz kılarken kıble cihetinde duvar vesâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. En az altmış cm. yükseklik) olarak kullanılırdı. Dervişlerin en önemli aletlerinden biri olan mütteka ve muinler ağaçtan yapıldıkları gibi metalden de yapılırlardı. Çok çeşitli tarz ve biçimlerde yapılan muin ve müttekanın, çok estetik ve lüks sayılabilecek nitelikte olanları da mevcuttur. Bazı muin veya mütekkaların üzerinde çeşitli nakışlar, ayetler ve güzel sözler nakşedilerek süslenirdi. Bu süslemeler ve hat yazıları muin veya müttekanın yapıldığı malzemenin özelliğine göre değişirdi. Eğer muin veya mütteka ağaçtan yapılmış ise üzeri gümüş kakmalarla süslenir, yakmak suretiyle de yazılar ve ayetler yazılırdı. Muin veya mütteka metalden yapılmış ise bu nakışlar ve yazılar kazıma ve dövme yöntemiyle de yapılırdı. Muin ve müttekalar, genellikle bele sarılan, elif-i nemed veya şed’de denilen bir kuşak içinde taşınırdı. Kişiye özel yapılan muin veya müttekaların boyları sütre yapmak için en az altmış cm olurdu. Bütün dinlerin sünnetinde âsa kültürü mevcuttur. Muin ve mütteka geleneği de bu âsa kullanma sünnetinden türemiş ve yıllar içinde de kât’ı, nakış ustalarının san’atlarını mütteka ve muin geleneğine uygulamaları ile de çok değerli ve paha biçilmez eserler meydana getirmişlerdir. Mütteka ve Muin eşyası yapım san’atı, zamanla açık toprak alanlarda bulunan ve namazgâh olarak kullanılan namaz kılma yerlerinin azalarak, camilerin artması sebebiyle namazların açık alanlarda kılınmasının terk edilmesi ve ayrıca tekke ve dergâhlarda uygulanan tefekkür zamanlarının da, tekkelerin kapanmasıyla bittiğinden dolayı da muin ve mütteka geleneği de hemen hemen bitmiştir.


Kaynak :

https://www.academia.edu/115403825/M%C3%BCtteka_ve_Muin








18 Ekim 2007 Perşembe

İstanbul'un 500 Yıllık Mistik Mekanı:Galata Mevlevihanesi


İstanbul'un 500 Yıllık Mistik Mekanı :

GALATA MEVLEVİHANESİ


İstanbul'un 500 yıllık mistik mekanında "gerçek aşk"ı dönerek arayan semazenler, neyin büyülü sesinde Aşk'a ulaşırlarken izleyenleri düşsel bir yolculuğa çıkarıyorlar.


Beyoğlu'nda Tünel'den Yüksekkaldırım'a giden caddenin hemen başındaki bina kapılarının birinde küçük bir tabela vardır. Üzerinde Kültür Bakanlığı Divan Edebiyatı Müzesi Müdürlüğü, Galata Mevlevihanesi yazan bu bina, İstanbul'un en eski mevlevihanesidir. 500 yıldan beri Galata Mevlevihanesi'nde semazenler gerçek aşkı ararlar. Semazen semasıyla aklını birleştirir. Var olmanın temel şartı dönmektir Aşkla yücelip nefsini terk eder. Hakta yok olur, olgunluğa erer ve kâmil bir insan olarak tekrar kulluğa dönerler. Sema töreni 7 bölümdür. Birinci bölüm "Nat-ı Şerifle başlar. Peygamberimizi methetmek, Ondan önceki peygamberleri ve Tanrıyı methetmek demektir. Bu methiyeden sonra bir kudüm darbesi ile Tanrı'nın "Kün" ol emrini temsil edilir. Üçüncü bölümde her şeye can veren "Nefes"i temsil eden bir ney taksimi duyulur. Dördüncü bölümde Semazenler birbirine üç kez selam vererek peşrev eşliğinde daire şeklinde yürüyüşe geçerler. Birinci turda "Allah kendini dile getirmek için kainatı yarattı ama hiç birisi Allah'ı dile getiremedi". İkinci turda "Tabiatı yarattı, oradan da dile gelemedi". Üçüncü turda "Hayvanları yarattı ama ordan da hiç biri dile getiremedi". Sonraki bölümde Semazenler siyah hırkalarını çıkartır ve manen ebedi aleme doğarlar. Başındaki sikke semazenin nefsinin mezar taşı, tennuresi nefsinin kefenidir. Gerçeğe dönmüştür artık. Kollarını çapraz bağlayarak "Bir" sayısını temsil eder. Böylece Tanrının birliğine şahadet eder. Şeyh efendinin elini öperek Semaya girme iznini alır ve Sema başlar. Semaya başladıktan sonra sağ el yukarı, sol el aşağı dönük olacak şekilde "Hak'tan alır halka veririz" anlamında kollarını iki yana açar. Sema sırasında yerle teması kesmeden sola doğru döndürülen sol ayağa 'direk', havadaki sağ elin de yardımıyla vücudu sola döndüren havadaki sağ ayağa 'çark' denir. AL! hecesiyle kalkan sağ ayak, 'LAH' hecesiyle çarkı tamamlayarak "ALLAH" diyerek yere basar.

Tennureler renkli olduğunda her bir rengin anlamı vardır; kırmızı aşkı, güneşin doğuşunu ve batışını temsil eder. Pembe sevgiyi, yeşil ruhun huzura kavuşmasını sarı aşığın çektiği acıları, beyaz Hz. Muhammed'in nurunu, siyah saflığı, lacivert ise çelebileri temsil eder.


Sema dört Selam'dan oluşur. Birinci Selam, insanın bilgiyle gerçeğe doğarak Yüce Yaradan'ını ve kendi kulluğunu idrakidir... İkinci Selam, insanın yaratılışından dolayı Tanrının kudreti karşısında hayranlık duymasıdır... Üçüncü Selam, insanın hayranlık ve minnet duygusunun "aşk"a dönüşmesiyle, aklın "aşk" a kurban oluşudur. Bu tam teslimiyettir...Dördüncü Selam insanın manevi yolculuğunu tamamlayıp, kaderine razı olarak, yaratılıştaki görevine, kulluğa geri dönmesidir. Altıncı ve yedinci bölümlerde okunan dualarla ve Kur' an tilâvetiyle Semâ töreni sona erer.

Halk arasında Galata Mevlevihanesi adıyla da bilinen Divan Edebiyatı Müzesi, bilim adamlarınca 'Divan edebiyatının hafızası' diye nitelendirilir. Kronolojik sıra ile Divan şairlerinin divanları, Mevlevihane'de yetişmiş olan Şeyh Galib, İsmail Ankaravf, Esrar ve Fasih Dedeler ile şair Leylâ Hanım'a ait elyazması eserlerin yer aldığı müze, 27 Aralık 1975 günü, Şeyh Galib'in hatırasını yaşatmak amacıyla Divan Edebiyatı Müzesi olarak hizmete açılmıştır.


Hüs-ü Aşk'ıyla ; Hamid'den Haşim'e, Asat Halet Çelebi'den Sezai Karakoç'a,Hilmi Yavuz'dan Turan Oflazoğlu'na, Tanpınar'dan Orhan Pamuk'a kadar çok sayıda şair ve yazarı etkileyerek günümüze ulaşmayı başaran çağdaş kültür ve edebiyatımız içinde yaşamaya devam eden Şeyh Galib, etkisi günümüze kadar uzanan tek divan şairidir. Daha hayattayken gazellerine çağdaşları tarafından sayısız nazire yazılan şair, kısa fakat zengin hayatı, özellikle Hüsn-ü aşk adlı orijinal mesnevisiyle bir çok şair ve romancının esin kaynağı olmuştur.

Divan Edebiyatı Müzesi'nin temelini oluşturan Mevlevihanenin kuruluşu, II. Bayezid'in (1481-1512) döneminde Galata sırtlarındaki İskender Paşa'ya ait av köşkünde, 1491 yılında Galata diğer adıyla Kulekapısı Mevlevihanesi'nin kurulmasına tarihlenir. Aslında İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed'in vakfiyesinde bu amaç için ayrılan ödemelerden anlaşıldığına göre Kalanderhane Camii'nde (eski Akataleptos Manastır Kilisesi) Mevlevi ayinleri yapıldığını biliyoruz.

Ancak Mevleviliğin İstanbul'da yerleşmesi Galata Mevlevihanesi'nin kurulmasıyla başlar.


Sultan-ı Divani Sema'i Mehmed Dede (Ö.1529) Mevlevihane'nin ilk şeyhi olup bu ilk dönemde Mevlevihane'nin ne şekilde olduğu konusunda pek bildiğimiz yoktur. Ancak Evliya Çelebi'nin bildirdiğine göre tekkede yüz kadar derviş hücresi bulunmaktaydı. Bu bilgi bize ilk Mevlevihane'nin geniş bir alanı kapladığını göstermektedir. Bu döneme ait günümüze sadece 1649 tarihli (1851 onarımlı) Gümrük Emini Hasan Ağa Çeşmesi kalmıştır. Sultan III.Mustafa döneminde (1754-1774), İsa Dede'nin Postnişinliği sırasında 1765 yılında çıkan Tophane yangınında Mevlevihane tamamen yanmış, 1766 yılında bina emini tayin edilen Çavuşbaşı Osman Ağa tarafından tekrar inşa edilmiştir. Osmanlı'da, yenilikçi batılı düzeni örnek alarak modernleşme çabalarının başladığı III.Selim dönemindeki (1789-1807) reformlar sırasında, Mevleviliğin ve özellikle Galata Mevlevihanesi'nin desteği ve önemli etkisi olmuştur. Bu dönemde devletinde desteğini alan Galata Mevlevihanesi'nde, Bektaşilerden kaynaklanan muhalefeti önleme konusunda, adeta bir Rönesans dönemi yaşamaya başlamış ve bu etki 1925 yılında tekkelerin kapatılmasına kadar sürmüştür. 1791 yılında postnişinliğe atanan Şeyh Galip (Asıl adı Mehmed Esad) zamanında dergah altın çağını yaşamış ve 1791 yılında geniş çaplı onarım gerçekleşmiştir.


Ancak bu ve bundan sonra da onarımlar yapılmışsa da Mevlevihane'nin ana binasını teşkil eden Semahane'nin 1766 tarihindeki biçimiyle günümüze ulaşarak genel hatlarını koruduğu kabul edilmektedir. Plân olarak dıştan dikdörtgen, içten sekizgen bir görünüm arz etmektedir.


Alt katta derviş hücreleri, ikinci katta Semahane kısmı ile birlikte kuzey yönde Bacılar Dairesi, güney yönde halen idari büro olarak kullanılan bölüm yer almakta, ayrıca mahfillerden oluşan üçüncü kat bulunmaktadır. Sultan II.Mahmud döneminde (1808-1839) Devlet Kethüdası Halet Efendi 1819 yılında halen de mevcut olan yapıların bir kısmını inşa ettirmiştir. Dergahın cadde tarafındaki kendisi için inşa ettirdiği türbe, kütüphane, sebil ve muvakkithane ile birlikte Şeyh Galip ve İsmail Rusuhi Efendi'ye ait türbe bu dönemde yenİen onarılmıştır. Ancak Halet Efendi 1822 yılında Konya'da idam edilince türbeye sadece başı gömülebilmiş, gövdesi Konya'da Mevlana Bahçesi'nde defnedilmiştir.


Mevlevihane 1824 yılında bir yangın geçirmiş ve 1835 yılında tekrar onarılmıştır. Buna ilişkin kitabe iki yanındaki türbe ve muvakkithâne ile bütünlük gösteren ampir üslubundaki cümle kapısının dış yüzündedir. Bu kitabede Yesarizâde Mustafa İzzet'in hattıyla Şair Lebib'in bir şiiri ve II.Mahmud'un tuğrası bulunmaktadır. Kapının arka yüzünde ki kitâbe Şeyh Galib'e aittir.


Bahçede bulunan Şadırvan ve Sarnıç II. Mahmud'un kızı Adile Sultan (Ö.1899) tarafından 1847 yılında inşa ettirilmiştir. Orijinal haliyle günümüze ulaşmayan Şadırvan, Hasan Ağa Çeşmesi ile birlikte Sultan Abdülmecid (1839-1861) tarafından 1855-1860 yıllarında onarılmıştır. Mevlevihane'nin son şeklini alan bu onarımlar Kudretullah Efendi'nin (ö.1871) girişimleriyle
Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılır. Semahane kapısı üzerindeki kitabe 1851 tarihli olup, bu döneme aittir. Beyoğlu ilçesi sınırları içinde bulunan Galata ve Pera semtleri gayrimüslimlerin, özellikle Latin kökenlilerin yerleştikleri semt olarak bilinmekte olup, Galata Mevlevihanesi, 1481 yılında kurulan Mekteb-i Sultani yanı Galatasaray Lisesi ile birlikte günümüz Beyoğlu'nda Türk-İslam karakteri taşıyan en önemli tarihi anıttır. 1925 yılında tekkelerin katılmasıyla işlevini tamamlayan Mevlevihane bir süre ilkokul ve lojman olarak kullanılmıştır. 27 Aralık 1975 tarihinde gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra da T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı Divan Edebiyatı Müzesi olarak hizmet vermektedir.

Müzenin gezilecek bölümleri Tarihi mevlevihanede Türk musiki aletleri ile, Mevlevi kültürüne ait eserler sergilenmektedir. Ahşap kafeslerle ayrılmış olan üst kısmında ise kronolojik sıra ile divan şairlerinin divanları yer almaktadır. Müzenin içerisinde ayrıca, derviş hücreleri, türbeler, kütüphane ve bir mezarlık yer almaktadır. Müze olarak kullanılmakta olan Semahanede Türk musiki aletleri ile Mevlevi kültürüne ait eserler sergilenmektedir.

Derviş Hücreleri kagirdir ve yan yana dizilmiş odalardan meydana gelmiştir. Şeyh Galib Türbesi, 19.yüzyıl başlarında Halet Said Efendi tarafından yaptırılmıştır. Mevlevihane bahçesinde gömülüdür. Sebil ve Muvakkithane girişin sağında yer almaktadır. Kütüphane, Halet Said Efendi tarafından yaptırılmıştır. Muvakkithane'nin üst katında yer alır. İçinde 3455 cilt kitap bulunmaktadır.

17 Ekim 2007 Çarşamba

GÖÇTÜ GALİP DEDE CANDAN YA HÛ!



Göçtü Galip Dede Candan Ya Hû!


Kulakları çınlasın, üniversite yıllarında Tasavvuf edebiyatı alanında bilgisinden yararlandığım kıymetli hocam Mustafa Tatçı’nın, “Evet arkadaşlar, Tasavvuf edebiyatı bir sembol dünyasıdır. Birden bin çıkar. Bin de bire bakar. Tıpkı her şeyin Allah’tan çıkıp O’na döndürüldüğü gibi” sözlerinin tahrikiyle ilgi duymuştum kendisine. Sonra ezberlemekle daima mırıldanarak tat aldığım müseddesindeki muhteşem beyitleriyle mest oluşum da ayrı bir vak’a:


“Tedbirini terk et takdir Hüdâ’nındır

Sen yoksun, o benler hep vehm-i gümânındır


Birden bire bul aşkı bu tuhfe (hediye) bulanındır Devran olalı, devran erbâb-ı safanındır”


Bu beyitlerde geçen “birden bire bul aşkı” ifadesi bile, özellikle üslûp ve edebî güç açısından Şeyh Galib’i takdir etmeye yeter. Çünkü burada hem “ansızın ve ânî bir tecellî anlamında aşkın bulunması”, hem de “bir olan Allah’tan gelen ve yine ona giden aşkın bulunması gerektiği” anlamı var. Bu ve buna benzer okumalar, beni baştan başa ateş olup insanı iliklerine kadar yakan Hüsnü Aşk adlı eserine kadar götürdü.


Evet, yıl 1782’dir ve Şeyh Galib’in de bulunduğu bir şiir meclisinde Nâbi’nin Hayrabat’ı okunur. Okuma faslından sonra, oradakiler Nâbi’nin söz konusu eserine denk bir mesnevînin bir daha yazılamayacağını dile getirir. Henüz 24 yaşındayken bir divan sahibi olan Şeyh Gâlib buna içerler. Ve Nâbi’nin Hayrabat’ından başlayarak, o günkü şiirin eksikliklerini bir bir sıralar. Meselâ Hayrabat’ta, süs olsun diye kullanılan zincirleme Arapça ve Farsça tamlamalar üslup açısından bir fazlalık ve ağırlık olmaktan başka bir şey değil. Bunun yanında, pek inandırıcı bulmadığı mübalâğalarını da çok alçaktan uçan kuşa benzetmekten geri durmaz. Bunun yanında, söylediği hikâyeyi çalıp çırpma bir hikâye olarak değerlendiren Gâlib, öğüt vermeye kalkıştığında herkesin kullandığı, “dünya geçici, ahiret ise ebedîdir” sözlerinin tabiî olmadığını da ekler. Ayrıca söyleyişler eskimişliğinden, binlerce şâirin, şiirlerini aynı teşbih ve mecazlarla ifade etmeye başladığından, aynı fikir ve hayallerin üçüncü sınıf şâirlerin diline düştüğünden ve ne parlak bir fikir, ne de parlak bir hayal kullanan şâirin kaldığından da dem vurur.


Şeyh Gâlib’in bu düşünce ve tenkitleri karşısında, mecliste bulunanlar da bu eleştirilere karşılık, Hayrabat kadar ve hatta ondan üstün bir eser meydana getirmesi gerektiğini ifade ederler. Bu iddia üzerine Şeyh Gâlib eserini yazmaya girişir. Ve 1782-83 yıllarında 6 ay gibi kısa bir sürede Hüsn ü Aşk’ı bitirir. Bununla da kalmaz, bu eserinde hem devrindeki, hem de kendinden önceki şâirlere âdeta meydan okur:


“Gencînede (Hazinede) resm-i nev (yeni) gözetdim Ben açdım o genci ben tüketdim”


“İn dem ki zi şâirî eser nist

Sultân-ı sühan menem diger nîst”


Peki Şeyh Gâlib bu haklı gururu neden açık açık beyan ediyor? Çeşitli kaynaklar tarafından Divan şiirinin son büyük şâiri ve son doruk temsilcisi olarak kabul edilen Şeyh Gâlib’den sonra Divan şiirinin çözüldüğü hükmünü hesaba katarsak, bu gurura bir anlam verebiliriz. Nitekim Hüsn ü Aşk’taki kahramanlar ne Leyla ve Şirin gibi somut güzeller, ne de Mecnun ve Ferhat gibi somut âşıklardır.


Bu eserde bizzat Hüsün ve Aşk sahnededir. Bu iki kahraman asırlardır dillendirilen eserlerdeki felsefî bakış açılarını anlatmak için âdeta sahneye çıkmışlardır. Tanzimat öncesi ve sonrasında Divan şiirinin eskiliğinin eleştirildiğini nazara alacak olursak, Hüsn ü Aşk’ı yorgun bir medeniyetin son güzel şarkısı addedebiliriz. Evet, Beşir Ayvazoğlu’nun ifadesiyle; bu eser, ateşler içinde kül olmak üzereyken, kuğunun, gagasının en son deliğinden söylediği son güzel şarkıdır. Dolayısıyla da Şeyh Gâlib şem’-i cânda var olan şûlenin, âsumanın fânusuna sığmazlığını bir kez daha ve en güzel şekilde ispat etmiştir.


Gerçekten de eşsiz ve sonsuz bir aşk bestesi olan Divan şiirinin mensup olduğu medeniyetin felsefesini bu eserle veren Şeyh Galib, hazineyi de tüketmiştir. Ama tükettiyse de hazineyi, ismi ve edebiyatımıza kazandırdığı Hüsn ü Aşk mesnevisi asırlardır okunduğu hâlde tükenmedi; hâlâ yaşıyor. Bu açıdan Ocak ayında (3 Ocak 1799) vefat etmesi dolayısıyla, Sururî’nin “Göçtü Gâlib dede candan yâ hû” mısrasıyla, onu rahmetle anmanın sorumluluğu içinde haklı bir gururu yaşıyoruz. Bu gurur böyle âbide şahsiyet ve eserleri dev aynasında bize aksettiren edebiyatımızındır.


Habib FİDAN

Esrar Dede ve Galip Dede


ESRAR ile GALİP

Ümmügülsüm Vural

Bir Molla Celal var bir de Tebrizli Şems bilinen en güzel dostluk hikayesi olarak… Beş asır sonra Esrar ile Galip doğar
sevda burcundan, aynı pınardan ama dolunay olamadan, hilal iken bitecektir bu hikaye.İkisinin de asıl ismi Mehmet. Esrar ve Galip seçtikleri mahlaslar, şairdirler kendileri... Galip Yenikapı Mevlevihanesi'nin kıymetli zatlarından olan babasının ışığında yetişir, mum dibini aydınlatır yani, söylenenin hilafına. Evde ilim için önünde, tekkede edeple arkasında, yanında hep. Bir evin bir oğlu, tek çocuk. Nazlı, kıymetli, şık, sadece beyazdır kıyafetleri, hep beyaz… Ve güzel mi güzel, nurlu mu nurlu bir yüzü vardır. Öyle ki bir yerden geçtiği zaman nuru ve kokusu kalır ardında. Mum gibi, lamba gibi ona bakıp başka yöne bakıldığında aksi kalır, o görülür yine… Lakabı vardır halk arasında:"Zamanın Yusuf'u", "İkinci Yusuf"...

On yedi yaşında bir divan tertib edecek kadar şiiri olur. Bu yaşta divan sahibi olmak o devrin şartlarında çok yüksek bir zekayı, ilmi ve fikri seviyeyi gerektirir. Zamanın büyüklerinden birinin kendisine verdiği Es'ad mahlasını herkeste bulunduğu için değiştirir. "Son beyitinde Es'ad ismi geçen iyi şiir için şiire yazık, kötü şiir için bana yazık.." diyerek... Seçtiği Galip mahlası, divanından sonra ikinci şaşırtıcı olay olur onunla ilgili. Oldukça iddialı bir isim çünkü. O yaşta bir tıfıl için fazla iddialı... Ama Galip'in esas vurgunu, yirmi beş yaşındayken üç ayda yazıp tamamladığı bir mesnevi ile olur. "Artık böyle bir mesnevi yazılamaz!" denince Nabi'nin Hayrabad'ı hakkında, "Allah, Kur'an ile güzel söz söyleyenlere meydan okuyor, hadi onun gibi bir söz söyleyin diyerek. Eğer her devirde güzel söz söylenmeyecek olsaydı Allah Teala niçin ebedi olan sözünde böyle buyursun?" düşüncesi ile: "Ben yazabilirim Allah'ın izniyle!" der. Hüsn ü Aşk böyle bir mantık, inanç ve vakarın kitabı ve divan şiirinin son mükemmel mesnevisi. Bomba gibi düşer o zamanın zevk meclislerine!


Ve hep olan, ona da olur. Çabuk tüketince kolay ulaşılanları, zorluklara sıra gelir genç yaşta. Kaçıp Konya'ya gider; çile çekecek, beşinci boyutta gezinecek, Hüsn ü Aşk'ın ateşten denizinde mumdan gemiler yüzdürdü ya, bakacak nasıl oluyormuş bu işler... Anne baba dayanamaz onun hasretine, himmet dileyip getirtirler Yenikapı'ya. Suskun ve boynu bükük geçen bir kaç yılın ardından otuz yaşında icazet alır.. Tıfıl iken "dede" olmuş bir civan. Bir can, can-aver(can alan) olmuş, hayret ki hayret Cenab-ı Rabbi'l-alemin'in işlerine!
Tam o günlerde... Galata mevlevihanesi şeyhi vazifesinden azledilir, "küstahlık" etmiştir. Konya'dan bir şeyh efendi çağırılır, o ise Allah'a yalvarır, son nefesi Mevlana hazretlerinin eşiğinde versin, duası kabul olur. Elde kim var başka: Galip Dede... Galata'nın o kozmopolit, o karmaşık, o esmer gündemine ince bir gül dalı gibi düşer Zamanın Yusuf'u… "Galata Mevlevihanesi'nin tıfl-ı nazenini" kimsenin dilinden düşmez artık.

Bir mecliste suratını asmış, efkarlı ve bunalımlı oturup duran Esrar'a: "Sen de mi Galata'nın tıfl-ı nazeninine tutuldun, nedir bu hal?" diye çatılınca duyar Esrar onun adını. O zamanlar orta yaşlarını süren, ağır oturaklı, ciddi adamdır o. Ağır abilerden yani... Hafife alır hayatının hatasını yaparak... "Onu bir gören bir daha eteğinden ayrılamıyor" diyenlere "Eh görelim bakalım tılsımını şeyhinizin, yarın gidiyorum, hem de dizinin dibine, tekkeye!" der. Esrar mı aldın be Esrar, nasıl bir söz ettin böyle, yazık ettin kendine!.. Ateşe karşı yiğitlik olur mu, denize meydan okunur mu, rüzgar alıp götürmez mi yaprağı; gönül işlerinde cür'etin yeri var mı?Oysa Galip, Hakk'ın haberdar etmesiyle bilmektedir ruhuna kanat olacak kişinin az sonra şu kapıdan içeri gireceğini ve çıkmayacağını. Tebessümle seyreder yağmurlu, rüzgarlı sokaktan yağmurla da, rüzgarla da, kendisiyle de kavga ede ede geleni...Cür'etin bedeli vurgundur, bilen bilir; yare karşı haddini bilmeyenin, gözleri de yanacaktır gönlü de...Kartal kanatları gibi kalkık omuzlarla huzura giren Esrar'ın omuzlarının inişi, kalbinin yanmasından sonra olacaktır. Edep sevdadan sonra gelir, teslimiyet de...

Buraya kadar herşey güzel… Bulunca insan, bir müddet şükürle sarılır nimetlere, sonra yavaş yavaş ülfet gelir kurulur sevdanın tahtına, o zaman can çekişmeye başlar ruh.

İki Mehmet, Şeyh Galip ile nevniyaz(yola yeni giren dervişe derler) Esrar, Mevlana ve Şems gibi, birbirlerinin hem hocası hem talebesi olurlar. O bunu yetiştirirken bu da onu yetiştirir aslında...

Semada selamlaşma(mukabele) vardır; semazenler karşılıklı eğilirler, göz göze... Bu eğiliş insanın özündeki "Ve nefahna" sırrınadır, o bakış O'na... Az önce denize karşı oturup Rahman'ın tecellilerini seyretmiş iki dostun, sema gibi bir sonsuzluk seyahati öncesi birbirinin gözlerinde, kendisini tamamlayacak olan'ı selamlaması ne sarsıcı ve ne çarpıcıdır!

Teveccühtür tasavvufta en özel eğitim şekli, bir talebenin gözlerinin içine bakmak... Şeyh Galip Esrar'ının gözlerinin içine bu manada da bakmaktadır.

Bir kaç zaman sonra, ben diyeyim bir ay, siz deyin bir yıl; Esrar'ın gözleri perdelenmeye başlar. Gözlerinde bir esmerlik, bir gölgelenme... Ufak ikazlar; bir gamze, bir kaş çatış... Hayır, tesir etmez; bir süre aydınlık, sonra yine bulutlar kapatır güneşi.

Tarihe geçmemiş ne olduğu, ya bir alışkanlık eseri esrar içmesi yahut kadın-kız meselesi... Bir gece Şeyh Galip tam da aleminin zirvesinde, Esrar'a görünüverir sırlı bir boyuttan! Sadece bir görüntü! O kadar... Cübbesinin savruluşunu görür Mehmet Esrar; bir de, bir de o savruluşun rüzgarı yüzüne vurur, nefesini keser bir an.

Koşar eşiğe ama "Şeyh halvette... Kimseye izin yok!"

Başlamıştır, yanında bile gurbet günleri. Sürgün günleri. Tecrid…Uzaklığın en koyusudur bu. Bakar ama eskisi gibi değil… Söyler, ellere der gibi. Tutar, buz gibi... Tecrid... Bir ağacın yapraklarını dökmesi gibi hazana döner Esrar. Ne yapsın, bir şiir yazar özür beyanında:


Kâküllerine ol mehin, ey şâne, dokunma

Zencîri kırar bu dil-i dîvâne, dokunma


Gül-berk misâli ciğerim pâreliyorsun

Ey bâd-ı seher, ol gül-i handâne dokunma


Feryâd-ı ene'l-Hak eder âvâz-ı tanîni

Fâş etmesin esrârını, peymâne dokunma


Bünyân-ı nizâm-ı felek, ol kûy-ı belâdır

Âlem yıkılır bu dil-i vîrâne dokunma


İçtikleri hep hûn-ı ciğerdir fukarânın

Şeyhâ, kerem et, hâtır-ı rindâne dokunma


Eğlenceleri zülf-ü dil-ârâm-ı elemdir

Dinle, ne siyah gûndur o efsâne, dokunma


Şâhım, senin Esrâr sadâkatli kulundur

Lûtfeyle, o derviş-i perîşâne dokunma


O dolunaya benzeyen sevgilinin saçlarına sakın dokunma ey sevgilinin tarağı, yoksa deli gönlüm zincirlerini kırar kıskançlığından… Böyle saçlarını taradıkça sen, dertlerim artıyor, imtihanlarım ağırlaşıyor iyice… Onun saçları karardıkça kararıyor bahtım… Rüzgâr kokusunu getiriyor her seher, dayanılmaz oluyor bu gönülden düşmüşlük…

Ey seher rüzgarı, goncanın bağrına sokulup yapraklarını dağıttığın gibi ciğerlerimi paramparça ediyorsun, o benim gül yüzlü sevgilime dokunma…

Benim gönlüm her neye baksa Rabbini görür, O'nu anar gizli sırlarla; bu gönül kasesini kırma ki sırları açığa çıkmasın…

Ey zavallı Esrar, âlemin nizamı Hak erenlerinin mahzun gönüllerindedir, onların gönüllerini kırma ki kainat yerle bir olmasın…

Dervişlerin içtikleri kendi ciğerlerinin kanı oldu bir nice zamandır; şeyhim, kerem eyle, müridlerinin gönlüne dokunma…

Onların tek zevkleri senin huzur veren elemlerindir, dinle ne acıklı hikayelerdir onlar, aman acıyıp da o elemleri bizden alma, dokunma…

Senin derdin bize dermandır, senin kaş çatışın bize ilaçtır, senin uzak duruşun bize çağrıdır… Eşikteki kalbimdir, bas da geç şeyhim! Ama ne olur öyle bakma, yanıyor yüreğim sızım sızım...

Sultanım, Esrar senin sadık bir kölendir, lutfeyle bu derviş-i perişane dokunma…

"Dokunaklı bir gazel olmuş Mehmet efendi..."

Böyle der, evet evet, sadece böyle söyler Şeyh Galip gazeli dinleyince... Ah!!.. Hani dargınlığını azcık gösterse alıp dağlara kaçıracak Esrar onu, savuracak bir uçurumdan ötelere ama hayır, sanki hiç bir şey yaşanmamışcasına yabancı durur işte!

Karar verir, bu böyle olmaz; ben bunu daha fazla kaldıramam! (Ne güzel, kaçıp sığınacak bir yerleri var o zamanlar aşıkların.. ) 1001 gece sürecek olan büyük "çile"ye girme isteğini arzeder sultanına. Galip: "Madem öyle istiyorsun, öyle olsun..." der, öyle umursamaz, ne halin varsa gör! (Ah, güzel gözlü, güzel yüzlü Galip, Yusuf-u Sani, kimbilir ne denli yakıcıydı bakışları öyle bigane çevirirken yüzünü... Ve nasıl da sızlıyordu kalbi en derinden!)

365+365+271=1001… İnsan hiç mi özlemez? Bir kez bile, kapıdan bari bakmaz mı? Bu sevda, bu bekleyiş yakar pişirir Esrar'ı... Gözyaşlarının tükeneceği kadar zaman eder bin bir gece...

Bin birinci gece bir Miraç kandiline denk gelir. Ve o gece ay dolar Esrar "dede"nin hücresine: Galip ziyaret eder onu gece sehere devrilirken! Bu ne lütuf sultanım! Hoş geldin, Hoş geldin! Sabaha dek sohbet, halvet, sükut olsa, bin yıllık özlemi bitirmeye yeter mi bir gece?


Sabaha doğru Galip hücreden çıkar, öyle munis, öyle mesud... Sabah namazından sonra cenazesini çıkarırlar Esrar Dede'nin.

Şeyh Galip bu doyamadığı dostuna çok içli bir mersiye, ağıt yazar ki canlar dayanmaz! Ama bir nebze olsun anlaşılabilir manzara:


Kan ağlasın bu dide-i dür-barım ağlasın
Ansın benim o yar-ı vefa-darım ağlasın
Çeşm ü dehan u arız u ruhsarım ağlasın
Baştan başa bu cism-i siyeh-karım ağlasın
Ağyarım ağlasın bana, hem yarim ağlasın
Guş eyleyen hikayet-i Esrar'ım ağlasın


Nadide bir güher telef ettim dirig u ah
Hak içre defn edip geri gittim dirig u ah

Zat-ı şerifi aleme bir yadigar idi
Fakr u fena vü aşk-ı hüner ber-karar idi
Her şeb misal-i şem benimle yanar idi
Saye gibi yanımda enis-i nehar idi
Hakka tamam aşık idi yar-ı gar idi
Birkaç zaman muammer olaydı ne var idi

Allah verdi aldı yine kurb-ı hazrete
Biz kaldık intizar ile ruz-ı kıyamete

Ahir nefeste sohbeti oldu muhabbet ah
Bir yara vurdu bağrıma, ah derd-i firkat ah
Gelmez mi hiç kalb-i fakire bu suret ah
Ey kaş etmeyeydim o aşıkla sohbet ah
Yakmazdı belki canımı bu nar-ı hasret ah
Telh etti kamımı o zehir-nak şerbet ah

Eyvah elden o gül-i handanım aldı mevt
Esrarım aldı, dil ü canım aldı mevt

Olsun mübarek ol mehe kabr-i saadeti
Mevlâ müyesser ede makam-ı şefaati
Bitmiş ne çare dane vü gelmiş saati
Dehrin budur hemişe muhibbana adeti
Tefrik içindir etse de izhar vuslatı
Zehri yutulmaz ağza alınmaz harareti

Ben gördüğüm bu dar-ı fenanın fenasıdır
Bâkî Huda rızası beka Hak bekasıdır

Meydan-ı mevlevide nişan aşikar edip
Pervaz ederdi şevk ile anka şikar edip
Eylerdi nay u defle sema ah u zar edip
Bulmuştu kan-ı meşrebi hakta karar edip
Almıştı müjde kuyuna yarin güzar edip
Gitti ne çare Galib'i hasretle bar edip

Olsun visal-i hazret-i piranla kam-yab
Kıldı karin-i kabr-i Fasih-i felek-cenab

Bıraksın yaşla dolu gözlerim yükünü, ağlasın! O benim vefalı yarim ağlasın! Gözlerim, ağzım, yüzüm, yanaklarım ağlasın! Baştan başa bu siyah cismim ağlasın! Bana hem dostum ağlasın hem de düşmanım; Esrar'ımın hikayesini duyan ağlasın!.. eşsiz bir mücevher kaybettim ben, eyvah, vah! Toprağa gömüp geri çekildim eyvah, vah!
Varlığı aleme bir armağan idi; fakr, fena ve aşk hüneri vardı onda; her gece mum misali benimle yanar, gündüz gölgem gibi yakınım olurdu. Hakiki bir aşık idi, Hazreti Ebubekir gibi mağara arkadaşı, can dostum idi; ne olurdu birkaç zaman daha yaşasaydı! Allah verdi, yine O aldı kendi katına, bize kıyamet gününü beklemek düştü…
Son nefesinde muhabbeti söyledi, ayrılık acısı bağrıma nasıl bir yara vurdu! Bu fakirin kalbine bu manzara nasıl gelmez artık? Keşke onunla hiç yakınlık kurmasaydım! O zaman bu hasret ateşi canımı yakmazdı; lezzetimi nasıl da acıya çevirdi o zehirli şerbet! Eyvah, ölüm elimden gülyüzlü dostumu aldı; Esrar'ımı aldı, kalbimi ve canımı aldı!
O ay yüzlü dosta kabri mübarek olsun! Mevlâ makam-ı şefaati lutfetsin. Ne çare, rızkı tükenmiş, saati gelmiş… Kaderin sevenlere adeti budur işte: Kavuşturması ayırmak içindir ki vuslattan sonra ayrılık, zehir gibi bir acı ve dayanılmaz bir ateştir. Benim gördüğüm bu fani dünyanın yalnız fenalığı, kötülüğüdür; Bâkî olan Allah'ın rızası, beka Hakk'ın bekasıdır…
Mevlevilik yolunda iz bıraktı. Şevk ile kanat çırparak yüksek yerlerde uçar, anka gibi manaları avlardı. Ney ve defle sema edip ah ile inlerdi. Hak yolunda karar kılıp yaratılış gayesine ermişti. Yarin yurduna ulaşmış ve müjde almıştı ondan. Ne çare, Galib'e hasreti yükleyip gitti… Kader onu Fasih hazretlerinin kabrine komşu eyledi. Hak dostlarının mübarek ruhlarına kavuşup mesud olsun!

Bir yıl geçer aradan… Şeyh Galip, bir akşam rahlesinde talebelerinden birinin notunu bulur:"Bu derece yüksek mertebedeki bir zatın, dış görünüşüne bu derece dikkat etmesi nasıl olur?" Halden ve gönülden ve hiç olmazsa dilden anlamayanların elinde kalmış bir bülbül gibi titrer Galip... Derler ki bu, içine iner Şeyh'in, üç gün hasta yatar ve canını Canan'a arz eder.. Hem de Esrar Dede'den bir sene sonra, aynı gün…
Babası musallada son kez yüzüne bakınca: "Bu siyah sakal bu tahtaya hiç yakışmamış!" diyerek ağlayacaktır ve kapatacaktır o nurâni yorgun gözlerini, gün doğmaz akşamlara; ak sakalına dökülen son birkaç damla yaşla ve boğazına düğümlenen son kelamıyla, “geçti Galip Dede candan ya Hû”…

KLASİK (DİVAN) EDEBİYATIMIZDA VE ŞEYH GALİP'TE PEYGAMBER SEVGİSİ...




KLÂSİK (DİVAN) EDEBİYATIMIZDA ve ŞEYH GALİP’te PEYGAMBER SEVGİSİ


ŞEYH GALİP’İN HAYATI:


Edebiyat eleştirmenleri ve tarihçileri tarafından Klâsik (divan) Türk Edebiyatının son büyük şairi ve temsilcisi olarak kabul edilen, aynı zamanda büyük bir mutasavvıf olan Şeyh Galip; sanat, kültür ve bir ilim merkezi olan İstanbul’da 1757’de doğdu. Asıl adı, Mehmet Esat’tır. Babası Mustafa Reşit Efendi, annesi Emine Hatun’dur. Osmanlı İmparatorluğu’nda Hümayun Kâtibi olarak görev yapan baba Mustafa Reşit Efendi, Mevlevîliğe ve Melâmîliğe bağlı, şiirle de uğraşan, kültürlü aydın bir insandı. Şeyh Galip’in dedesi Mehmet Efendi de tıpkı babası gibi Mevlevî tarikatı hadimlerinden âlim bir zattı. Bu bilgilerden anlaşıldığına göre Şeyh Galip, tasavvufla hemhâl olarak yoğrulan, mütefekkir, asil bir Osmanlı ailesine mensuptur.Hüsn ü Âşk sahibi, ilköğrenimini babası Mustafa Reşit Efendi’den talim etti. Aynı zamanda babası Galip’e, Mevlevîliği sevdirdi ve bu tarikatın önemli eserlerini okuttu. Denebilir ki Şeyh Galip’i kendisi yapan Mevlevîliktir, Mevlâna Celâlettin-i Rumî’dir, Mevlâna Celâlettin-i Rumî’nin 11 defa baştan sona okuyup hıfzettiği Mesnevî’sidir. Babasından ilk şiir zevkini ve Mevlevîliğin rint dünyasının güzelliğini alan Şeyh Galip, Hamdi Efendi adında bir Arapça bilgininden Arapça dersleri okudu. Sonraları değişik hocalardan Arapça ve Farsça dersler alarak bu dilleri, şiirlerinden anlaşıldığına göre kusursuz olarak öğrenecektir. Çağının ünlü âlimleri ile tanışan Galip, onlardan dersler aldı. Çok genç yaştayken devrin ünlü âlim ve mütefekkirleri tarafından takdir edilen Şeyh Galip, güçlü bir şair, geniş kültürlü bir aydın olarak çevresinde tanındı. Ders aldığı hocalar arasında Galata Mevlevîhanesi Şeyhi Hüseyin Efendi de vardı. Zamanın en tanınmış hocası Neşet Efendiden de dersler aldı. Neşet Efendi, genç Şeyh Galip'in şairlik yeteneğini çabuk fark etti ve yazdığı şiirleri beğenerek ona, "Esat" takma adını önerdi. Şeyh Galip de hocasını kırmayarak bir ara "Esat" takma adıyla şiirler yazdı. Bu mahlâsın başkaları tarafından da kullanıldığını fark eden Hüsn ü Âşk şairi, "Galip" adını kullanmaya başladı. Her iki mahlâsı birlikte kullandığı da görüldü. 1787 yılından sonra artık sadece, “Galip” mahlâsını kullandı. Böylece, asıl adı olan Mehmet Esat unutulmuş ve daha sonraları hep "Şeyh Galip" olarak bilinmiştir.Henüz 24 yaşındayken divan sahibi olan şair, 26 yaşlarında Klâsik Türk Edebiyatında mesnevî türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan 2101 beyitli, "Hüsn ü Âşk" adlı eserini altı ay gibi kısa bir süre zarfında tamamladı. Bir yıl sonra yani 1784 yılında Konya'da Mevlâna Dergâhı’nda çileye(1) girdi; fakat ayrılığına dayanamayan babası Konya Şeyhi Seyit Ebû Bekir Efendiye başvurarak çilenin İstanbul’da Yenikapı Mevlevîhanesi’ne nakli için izin almıştır. O sıralarda Mevlevîhane’nin Şeyhi olan Ali Nutkî Dede’nin notlarına göre Galip, 1001 günlük çilesini 25 Ramazan 1201 / 11 Temmuz 1787 günü Yenikapı Mevlevîhanesi’nde tamamlayarak, “Dede” olmuştur. Galip çilesi sırasında şiir söylememiştir. Sonraları Sütlüce'deki evinde, 1790’dan 1791 yılına kadar ilimle ve eser yazmakla uğraştı. Niyeti, bundan sonra babası ve annesi ile bir eve geçmek ve orada manevî bir iklimde inziva hayatı yaşamaktı; fakat o yıl padişah olarak tahta çıkan, bir sanat, kültür, edebiyat âşığı, aynı zamanda şair de olan III. Selim, Şeyh Galip'in şiirlerini tanıyor, seviyor ve şaire saygı duyuyordu. Değil mi ki mücevheratın kıymetinden ancak sarraf anlar!?... III. Selim Şeyh Galip’i Saraya davet etti, kendisiyle görüştü, ona hediyeler sundu ve iltifatlarda bulundu. Bu tarihlerde 11 Haziran 1791’de Galip, 22. şeyh olarak Galata Mevlevîhanesi şeyhliğine getirildi. III. Selim, sık sık Galata Mevlevîhanesi'ne gitmiş ve sohbetlerde bulunarak Şeyh Galip'e verdiği ehemmiyeti göstermiştir. Şeyh Galip'in sarayı ziyaretinde de Padişah’ın, "Pamuk Şeyh’im, şeref verdiniz." diye itibar sözü ile karşılandığı bilinir.Şeyh Galip Galata Mevlevîhanesi'ne başladığı tarihten itibaren, "Galip Dede" diye anılmıştır. 1794 senesinde üzerinde büyük emeği olan Annesi Emine Hanımın ölmesi ve çok sevdiği şair Esrar Dede’yi annesinin ölümünden üç sene sonra, 1797’de kaybetmesi Galip Dede’yi derinden sarsacak ve yaralayacaktır. Şeyh Galip bu olaylardan bir yıl sonra hastalanarak yatağa düşmüştür. Padişah ve çevresindekilerinin bütün çabalarına karşılık, birkaç ay sonra, şöhretinin zirvesine ulaştığı 26 Recep 1213 / 1799 yılının 3 Ocağında 42 yaşında, bu fani âlemden, “Bâkî kalan bu kubbede hoş bir seda imiş…” ifadesini şahsında bulduğumuz Peygamber sevdalısı bu büyük mutasavvıf, bakî âleme, Rabb’ine çok genç yaşta yürüyecektir. Allah derecelerini âli eylesin…Büyük Divan Üstadı Şeyh Galip, Klâsik Türk Edebiyatına farklı bir mana boyutu getirmiştir. O, Klâsik Edebiyat çizgisinde kalarak Klâsik Edebiyat anlayışını, muhteva açısından içerisinde bulunduğu Mevlevî ve tasavvuf kültürü yardımıyla da omuzlayarak yükseklere taşımıştır. Bütün şiirlerinde tasavvuf öğretisinin yoğunluğu ve süreliği, mücerret kavramların müşahhaslaşarak bir derinlik kazanması görülür. Zengin bir ruh âlemine sahip olan Galip’i anlamak için tasavvufun girift lâbirentlerinde debelenmek gerekir. Şeyh Galip’in muhayyilesi çok zengindir. Soyut duygularla, yaşadığı manevî atmosfer arasında bağlantılar kurar. İç âleminde yoğun düşünceler duyan Şeyh Galip, bu duyuşlarını sembollerle çok etkili ve sarih bir şekilde ortaya kor. Dili ağır ve süslüdür; fakat şiirlerinin içeriği, bünyesinde yaşadığı toplumun yüzyıllardır nesilden nesile aktardığı manevî kültür birikimiyle uyumludur. Bunun yanında sade ve süssüz bir Türkçe’yle söylediği şiirleri de vardır. Onu diğer büyük divan sanatçılarından farklı kılan tasavvuftur. Büyük yanar dağların içerisindeki volkanları zamanla dışarı atması gibi Şeyh Galip de kalp manevî iklimindeki volkanları dışarı atar. Bu atımları, harikulâde tabaklar içerisinde ikram edilen leziz taamlar gibi güzel kalıplarda, kaplarda sunar. Galip Dede’yi üstün kılan bu sunumlarıdır. Şiirlerinde hayaller çok renkli ve zengin bir kompozisyon oluşturur. Tıpkı Mevlâna Celâlettin-i Rumî’nin Mesnevî’si gibi günümüzde Şeyh Galip Dede’nin şiirleri, şiirlerindeki semboller, söz sanatları, benzetmeler, Batı’da büyük ilgi görmektedir.




NAAT:

Kelime anlamı olarak naat, methederek anlatma, övme, vasıflandırma demektir. Divan Edebiyatında naatlar, daha çok Hz. Peygamber’i methederek övmek ve O’nun şefâatine nail olmak maksadıyla yazılmış manzumelerdi. Naat-ı Şerif, Naat-ı Nebi, Naat-i Mustafa olmakla birlikte; her hangi bir tasavvuf ulusunun, bir din büyüğünün, özellikle de Hulefa-i Raşidin’e (Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali)'nin övgüsüne tahsis edilmiş naatlar da vardır. İran edebiyatında, XVI. asırda, Hz. Ali hakkında yazılmış olan naatlar oldukça geniş bir yekûn tutmaktadır. Dört Halife’nin (Çihâryâr) metihleri hakkında yazılan manzumelere: "Naat-i Çâryâr" Hz. Ali'nin methini konu edinenlere de "Naat-i Ali" denir. Cem'i “nu'ût” dur. Naat yazanlara "naatgû" cami ve tekkelerde naat okuyanlara da "naathân" tabiri kullanılır.Naatlar, divanların baş kısmında Tevhîd ve Münacaatlardan sonra yer alır. Klâsik şiirimizde övgüler daha çok kaside ile yapılmaktadır. Fakat naatlar kasidenin yanında mesnevî, gazel, murabba, muhammes, müseddes, gibi nazım şekilleriyle de yazılmıştır. Umumiyetle, hangi nazım şekli ile yazılmış olursa olsun, Hz. Muhammed'i konu alan manzumelerin tümüne “naat” adı verilmekleredir. Bu arada, az da olsa, mensur naatlara da tesadüf edilmektedir. Birkaç istisna dışında, Divan şairlerinin hemen hepsinin naat yazdığı söylenebilir. Osmanlı edebiyatında en çok naat yazan şair, Nazîm'dir. Bu edebiyatta Şeyhî (ölm. 1431), Ahmet Paşa (ölm. 1497), Necatî (ölm. 1509), Fuzulî (ölm. 1556), Nefî (ölm. 1635), Naîmî (ölm. 1727), Nâbî (ölm. 1712), Sabit (ölm. 1712), İshak Efendi (ölm. 1776), Şeyh Galip (ölm. 1799) naat sahasında başarılı olmuş şairler arasında sayılmaktadır. Fuzulî'nin, "su" ve "gül" redifli kasideleri, Nâbî'nin 137 beyitlik, Şeyh Galip'in, "müseddes" nazım şekli ile kaleme aldıkları naatları oldukça ünlüdür.




Naatlarda, önce Hz. Peygamber (s.a.v.)'in üstün meziyetleri, bütün güzel vasıfları, ahlâkının eşsizliği anlatıldıktan sonra, mucizelerinden bahsedilir. Manzum naatların bazılarında, sonlara doğru Ehl-i Beyt'in, Dört Halife’nin, Ashâb'ın ileri gelenlerinin üstün özellikleri anlatılır. Nihayette, Hz. Peygamber'in şefaatine sığınılır ve manzume, salât ve selâm faslı ile sona erer. Naatlarda âyet ve hadislerden yapılan iktibaslara ve telmihlere çokça tesadüf edilir. Arap Edebiyatında ise Peygamber Efendimizi metheden şiirler daha O’nun sağlığında yazılmaya başlanmıştır. Arap Şairi Züheyr’in Efendimiz için kaleme aldığı, “Kaside-i Bürde” çok ünlüdür.




İstedik ki Rehber Dergisi’nin bu sayısında doğumunun 1435. yılını kutladığımız Rasûlullah Efendimizin Klâsik Türk Edebiyatındaki müstesna yerini gösterelim, Klâsik Türk Edebiyatında bir kültür hâline gelen ve Divan şairlerinin hemen hepsinin yazdığı naatlardan özellikle ünlü olanlarından bir tanesinin tahlilini yaparak sizlerle paylaşalım...




Şeyh Galip ve Klâsik Türk Edebiyatında Hz. Peygamber’in sevgisi ve şefaatine nail olmak için yazılan naatlar hakkında yukarıda yeterince bilgiler verildi. Şeyh Galip’e ait o ünlü “Naat”ın orijinalini ve orijinalinin günümüz Türkçe’sine çevrisini vererek, İnşâallâhhüteâlâ, daha sonra naatın kısa bir şerhini yapalım.




EFENDİM!...


Sultân-ı rüsûl, şâh-ı mümeccedsin Efendim!...

Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim!...

Dîvân-ı İlâhîde ser-âmedsin Efendim!...

Menşûr-ı le’amrüke mü’eyyedsin Efendim!...


Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!

Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...

Tâbiş-geh-i ervâh-ı mücerred güherindir…

Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir…

Ayîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır…

Bû Bekr Ömer, Osmân ü Ali yârlarındır…


Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!

Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...


Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda…

Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda…

Gülbâng-i kudûmun çekilir Arş-ı Hudâ’da…

Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda…

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!

Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...

Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân…
‘Nefsî’ deyü dehşetle kopa cümleden efgân.
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşân.
Düstûr-ı şefâ’atle senindir yine meydan…

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...

Bir gün ki dalıp bahr-ı gama-ı firkate gittim.

İlden yitirip kendimi, bîhodluğa yitdim.
İsyânım anıp, âkıbetimden hazer itdim:
Bu matlâ’ı yâd eyledi bir seyyid işitdim.

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...

Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz!

Sermâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz.

Bâbun koyup ağyâre penâh eylemeyiz biz.
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz.


Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!

Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...


Bî-çâredir ümmetlerin isyânına bakma…

Dest-i red urup, hasret ile Dûzâha kakma…

Rahm eyle amân, âteş-i hicrânına yakma…

Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma.


Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!

Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...


Bilinmeyen Osmanlıca Kelimeler


Sultân-ı Rüsül: Resullerin Sultanı
Şâh-ı Mümecced: Methedilmiş, övülmüş, şereflendirilmiş şah
Devlet-i sermet: Sürekli, değişmez, daimî devlet
Ser-âmed: Başta bulunan, ileri gelen
Menşû: Neşrolunmuş, dağıtılmış, yayılmış
Sultân-ı müeyyedsin: Doğrulanmış sultan

Tâbişgeh-i ervâh-ı mücerred: Pırıltılı yerde üstün ruhlar
Güher: Elmas, cevher
Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melek: Meleklerin yüzlerini sürdüğü yer
Hâk-i derindir: Kapı eşiğinin toprağı
Minber-i iklîm-i bekâda: Ebedî devletin minberi
Mahkeme-i rûz-ı cezâda: Ceza gününün mahkemesi


GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİRİSİ




EFENDİM!...


(Resullerin Sultanı’sın, övülmüş Şah’sın Efendim!...

Çaresizlere, değişmez sürekli devletsin Efendim!...

İlâhî divanda en başta gelensin Efendim!...

‘Le’amrüke’ emr-i ilâhîsiyle ebedîsin Efendim!...)


(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....

Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)




(Pırıltılı yerde (üstün) ruhlar (arasından seçilmiş) cevhersin…

Kapı eşiğinin toprağı, meleklerin yüz sürdüğü yerdir...

Senin baktığın yerlere yüzünün nuru yansır…

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali dostlarındır…)


(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....

Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)


(Bakî âlem minberinde hutben okunur.

Ceza gününde, (büyük) mahkemede hükmün tutulur…

Huda arşında toplu halde (sana) salâvat çekilir…

Arz ve semada güzel isimlerin anılır


Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!..

Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!..)


(O vakit ki nebîler, veliler (sana) hayran kalır…

Dehşetle cümle (insanlar), “Nefsî” diye korkuya kapılır.

Ümitsizlik içerisinde günahkârların hâli perişandır.

Müsaade olunan şefaatle senindir meydan…)


(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....

Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)


(Bir gün ki gam denizinde ayrılık fikrine dalıp gittim.

Kendimi kaybedip mana ikliminde yittim.

İsyanımı anıp akıbetimden korktum.

Bu matla’ı yâd eyledi,(okudu) bir seyit işittim.)


(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....

Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)


(Ümitteyiz, ümitsizlikle ah eylemeyiz biz!

İman sermayesini harap eylemeyiz biz.

(Ey Rasûlullah!) kapını koyup gayrisine sığınmayız biz.

Sen muhafaza ederken başka yere bakmayız biz.


(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....

Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)


(Biçaredir, ümmetlerinin isyanına bakma…

Ret elini verip hasret ile cehennemde yakma…

Merhamet eyle, aman hicran ateşine yakma…

Ümmetlerinden çok günahı olan Galip’i bırakma.)


(Sen Ahmet ü Mahmut u Muhammed’sin Efendim!....

Hak’tan bize doğrulanmış Sultan’sın Efendim!....)


Üssâtın: İsyan eden, günahkâr
Düstûr-i şefâatle: Müsaade olunan şefaat izni
Bahr-i gam-ı firkate: Gam denizinde ayrılık

Hazer: Pişman, çekinme, sakınma, korkma

Tebâh: Bozuk, çürük harap, berbat

Nigâh: Bakış, bakma

Sâyende: Koruma, muhafaza etme

Penâh: Sığınma, korunma

Rahmeyle: Merhamet eden, acıyan

Dest: El

Duzâh: Cehennem

Hôd: Kendi, şahsı


Şeyh Galip’in bu şiiri yedi bentlik bir müseddestir. Müseddes aruz vezninin, “Mef’ûlü / mefâîlü / mefâîlü / feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. “Resullerin Sultanı’sın, şereflendirilerek övülmüş Şah’sın Efendim!...” diyerek Naat’ına başlayan Şeyh Galip’in vermek istediği mesaj çok açıktır: Son Peygamber Hz. Muhammed Allah tarafından şereflendirilerek övülmüş ve peygamberlerin en başı yani sultanı kılınmıştır. Ve akabinde Hüsn ü Âşk sahibi, çaresizlerin çaresi olarak Rasûlullah Efendimizi işaret ediyor. Onun Divan-ı İlâhî’deki konumuna dikkat çekerek Hicr Suresi’nin 72. ayet-i kerimesine telmihle: “Le’amrüke emr-i ilâhîsiyle ebedîsin Efendim!...” ‘Le’amrüke’ lâfsıyla başlayan âyet-i kerimesinde özellikle dikkat çekilmek istenen bölüm şöyledir: “Resulüm! Ömrüne yemin olsun ki…”(2)


“Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!...”


Bu tekrarlar, şiirde şekil ve muhteva açısından bir bütünlük arz ederek müzikâliteyi sağlıyor, şiir sonuna kadar devam ediyor. Rasûlullah Efendimizin ruhlar arasından seçilmiş bir cevher, mücevherat olduğundan, meleklerin Efendimiz’in kapı eşiğinin toprağına, yüz sürdüklerinden ve yüz nurunun baktığı yerlere yansımasından, dostlarından, “Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali” ikinci bentte bahsediliyor. Yine Peygamber-i Zişan Efendimize övgüye yönelen Galip Dede, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e Allah’ın verdiği nimetlerden dem vuruyor: Bâkî âlemde yani ahirette namı terennüm edilir, Ruz-u Mahşer’de, Mahkeme-i Kübra’da Allah’ın izniyle şefaat yetkisi vardır.


Üçüncü bentte dikkatlerimizi çeken diğer başka mısralar var ki: “Gülbâng-i kudûmun(3) çekilir Arş-ı Hudâ’da… Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda…” Bu mısralar şu âyet-i celileye işaret ediyor olabilir: “Gerçekten Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey îman edenler! Siz de O’na teslimiyetle salât ve selâm edin.”(4) en iyisini şüphesiz Allah bilir. Sadece semada değil arzda da ins ü cin Efendimiz’e dua etmektedir, O’nu en güzel vasıflarla yücelterek övmektedir, salât ve selâm getirmektedir.


Dördüncü bende geldiğimizde, şairimiz bizlere kıyamet tablosu çizdiği anlaşılıyor: Kıyamet günü mahşer yerinde nebîler ve velîler Efendimiz’e hayrandır. Cümle yaratılan ve sorumluluk taşıyanlar, “Nefsî” diyerek korkuya kapılır. Ümitsizlik içerisinde günahkârların ahvali perişandır. Bütün bu olumsuz durum da dahi Efendimiz’e şefaat yetkisi Allah’ın izniyle verilmiştir.


Beşinci bentte Şeyh Galip iç dünyasında birtakım duygular yaşıyor ve bu duyguları samimi bir üslûpla bizlerle paylaşıyor. Gam denizinde, nedense ayrılık düşüncesiyle kendini kaybederek mana iklimine seyir ediyor. Gam denizinde ayrılık düşüncesine dalmasının sebebini nihayet bu bendin üçüncü mısrasında açıklıyor: “İsyânım anıp âkıbetimden hazer ettim: Bu matlâ’ı(5) yâd eyledi bir seyyid(6) işitdim


Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim!
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin Efendim!..


Beşinci bendin dördüncü mısrasında bir seyitten, yukarıdaki Naat’ın nakarat mısralarını işittiğini dile getiriyor. Bu seyitten nakarat mısralarını nasıl ve ne şekilde işittiği şiirde açıkça ifade edilmiyor. Bir sır perdesi bırakılıyor. Bu sır perdesini aralayana âşk olsun!...


Son iki bende yaklaştığımızda korkunun yerini ümit alıyor. Îman nimetinin kıymetine dikkat çekiliyor. Ayrıca yine Galip Dede aynı bentte Rasûlullah’ın kapısından, sancağının altından başka bir yere asla ve kat’a gidemeyeceğinden, sığınamayacağından söz ediyor.


Şiirin son bentinde ise Şeyh Galip Dede, dua ediyor. Bizler de bu dualarına iştirak ediyoruz. Çaresiz, garip ümmetinin zayıflığından dolayı işlediği günahlara bakma, ret elini vererek cehennem narına atma, Rahmet eyle, acı Yaratan’dan ve Sen’den uzak kalmaya bizler dayanamayız. Ayrılık ateşine yakma. Ümmetlerinden bir ümmet olan ve günahı bol bulunan Galip’i bırakma… Galip Dede’yle beraber biz günahkârları da bırakma Ey her İki Cihanın da Sultan’ı!..

Nihai sözler olarak, Âlemlerin ve âlemlerde bulunan bütün canlı ve cansız mevcudatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, İki Cihan Şems ü Kameri Rasûlullah Efendimize, geçtiğimiz haftalarda Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yapılan, bilinçli, çirkin, lânet saldırıları da şiddetle kınıyoruz. Avrupa, Batı, gerçek yüzünü göstermiştir. Kimileri bunun farkında değillerdi. Umarım farkında olmuşlardır. Rabb’im Müslümanlara tefekkür den bir akıl, fikir ve şuur, Rasûl-i Zîşân Efendimizden de asla ayrılmayan bir gönül versin… Müslümanları derinden sarsan ve yaralayan bu çirkin karikatürler hakikatte, tek dişi kalmış sözde medenî Avrupa’nın kendi yüzlerini, karakterlerini resmetmektedir… Rasûlullah’a bir canımız değil sayısız canımız feda olsun… Başlarımız Rasûlullah Efendimizin yoluna hâkeyeksan olsun…(7)


Kaynakça:

1. Çile: “Çile” kelimesi Farsça olup “çihil” sözcüğünden gelmektedir ve “kırk” demektir. Eskiden tarikat mensuplarının ve dervişlerin manevî olgunluğa ulaşmak için 40 gün 40 gece bir odaya kapanıp kimseyle görüşmemek, ibadet-i taat içinde olmak ve ancak yaşamlarını sürdürecek kadar az uyku ve yiyecekle kanaat etmek üzere geçirdikleri meşakkatli devreye “çile” denir. Çile aynı zamanda Mevlevîlikte “can” denilen Mevlevî müritlerinin dergâhın çeşitli hizmetlerinde çalışmak suretiyle riyazet yaparak doldurdukları 1001 güne verilen isimdir. Bu süreyi dolduran “can”lar “dede” unvanını almaya hak kazanırlardı.

2. el-Hicr, 15/72.

3. Kudûm: Türk tasavvuf müziğine mahsus usul vurma âletlerindendir. En çok Mevlevîhanelerde olmak üzere tekkelerde kullanılmıştır. Mevlevî sohbet, zikir ve tefekkür meclislerinde büyük ehemmiyeti vardır, zira zikirle raks eden dervişler kudümün vuruluşuna tâbidirler.Gülbâng: Eskiden tekkelerde, sohbet sırasında, saraylarda muayyen merasim sırasında hep bir ağızdan yüksek sesle okunan ilâhî veya dua…Gülbank örneği: Allah Allah illâllah, baş üryân, sîne püryan, kılıç kalkan, bu meydanda nice başlar kesilir, olmaz hiç soran, eyvallâh eyvallâh, kahrımız kılıcımız küffara ziyan, kulluğumuz padişaha ayan, üçler, yediler, kırklar, gülbâng-ı Muhammedî (ezan), nur-u Nebi, kerem-i Ali Pirimiz, Sultanımız Abdu’l - Kadir Geylânî, demine de hû diyelim hû…

4. el-Ahzâb, 33/56.
5. Matlâ: Kasidenin ilk beytine “matlâ” denir.

6. Seyyid: Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin’in soyundan gelenler, Şerif ise Hz. Hasan’ın soyundan gelenler.

7. Hâkeyeksan (Hâk ile yek-sân) olmak: Toprağa karışmak, toprakla bir olmak.

16 Ekim 2007 Salı

GALATA MEVLEVİHANESİ VE MEVLEVİ SEMAZENLER


GALATA MEVLEVİHANESİ , SEMA , SEMAZENLER VE MEVLEVİLİK




“Sema, sevgiliye olan naz ve niyazdır.Sevgilide fani olma gayetidir.Pervanenin ateşe uçmak için sıçramasıdır.”
“Sema âşıkların gıdasıdır, semada sevgiliyle buluşma hali vardır” diyen Mevlâna; bir başka deyişinde “hâl ehlinin gönüllerini sevgi arıtır” diye belirtmektedir. Fani dünyadan çıkar semaya giren. Aslından ayrı düşen bir canın aşk ile çırpınışını, kıvranışını ve yok oluşunu ifade etmektedir sema. Maddi alemden, manâ alemine uzanan bir yolculuk, bir dalıştır. Arşa merdiven dayamaktır sema; Hakk âşığının miracıdır bir bakıma. Dünya gibi, güneş gibi olmak; onların dillerince ve onların hallerince bir niyazdır sema.
Mevlâna’ya göre sema; “Kendinden geçmek ve Hakk’a vasıl olmak suretiyle “Bela” (Evet) sesini işitmektir. Allah’la bir olma zamanını yakalama sırrıdır.
“Gelsin, varlık namına ne varsa gelsin,Kâfiri, putperesti, mecûsisi gelsin.Dergâhımızda bizim yoktur umutsuz,Yüz kere tövbe edip tövbesini bozan gelsin.”
nidasıyla tüm gönülleri kucaklamaktır.
Sema Allah’ın “semi” sıfatından; işitmekten gelir. Âşık işitir; ruhunu adapte eder, vücudunu müzikle harekete geçirir. Bunu yaparken o el açış, boyun büküş, yere her vuruşun bir manası vardır. Semaya başlarken elleri yere vurarak başlarlar; ilk yaratılışı sembolize eder. Kudüm sesleri yaratılışı hatırlatan unsur; ney sesi ise bize can veren kutsal nefes olarak karşımıza çıkar. Semazenlerin giydikleri siyah renkli hırkalar; Allah’ı kuldan alıkoyan her şey olarak tanımlanır. Masiva denilen ve bizi Allah’tan ayıran her şey; yani sembolik olarak da bu elbise, kulla Allah arasına giren siyah bir perde gibidir.
Semazenlerin başlarına giymiş oldukları sikkeler; mezar taşını simgeler. Bu hususta da “Ölmeden evvel ölünüz” hadis-i şerifine bir işaret vardır. Ölümü hatırlamaya, dünyanın geçiciliğini akıldan çıkarmamaya hizmet eder. Sema’dan önce semazenlerin birbirleriyle selamlaşmaları; Cemal seyridir. Canın cana; ruhun bir başka ruha selamıdır aynı zamanda.
“ Ben benden geçiyorum; sana selam veriyorum” manasındadır.
Kırmızı tecelli rengidir. Meydandaki şeyh postunun kırmızı renkli olması hususunda bunu söyleyebiliriz. Güneş doğmadan önce tan yeri kırmızı renklidir. Aydınlığın hemen evveli de kırmızıdır. Bir bakıma doğuş öncesi kırmızılıktır bu.
Semazenlerin giydikleri beyaz elbiselere “tennure” adı verilir. Teni nurlandıran elbise manasına gelir. Manevi anlamda ise kefene işaret eder. Sembolik anlamda semazen manevi olarak nefsini öldürmüş, ruhuyla dirilmiştir. Sema’ya başlarken ellerini çapraz olarak omuzlarında birleştirir; ki bu Allah’ın “bir” oluşunu ifade eder. Sol omuzlarına bakarlar, çünkü kalp soldadır. Semazenler her dönüşlerinde Allah adını bir kez zikrederler. Ayaklarını her kaldırışta “AL”, her indirişte “LAH” derler. İçten gelir; kalbin sesidir. Ellerin duruşu sağ el açık, sol el kapalı şeklindedir. Bu da Hakk’tan alıp halka vermek anlamında değildir aslında.
Sağ el açıktır, çünkü Allah’ın merhametini dilemektedir; sol el ise kapalıdır, çünkü O’nun gazabından korkmasını simgeler.
“Aşkın sınırı, kanunu, kıyısı yoktur. Aşk bir haldir; anlatılamaz, yaşanır. Aşk arıdır, durudur, manalara sığmaz. Sen sus, aşk kendini anlatsın!” der Hz. Rûmî. Aşkın anlatılmaması; ruhu manevi yönden aşkla doyurup yaşanmasını sağlamak amacıyla Hz. Rûmî adına mevlevihaneler kurulmuştur. Sûfi yolunun mensuplarının toplandığı binalar olan mevlevihaneler, bugün özgün işlevini yitirerek tarihe mal olmuş anıtsal yapılardır. Manevi bir yolculuğa susamış insanları şiirler, gazeller, rubailer ile ferahlatmış, bir yandan da ney ve kudüm sesleri içinde sema denen aşk dalgaları ile dış alemden iç aleme çekmişlerdir. Bugün Konya’da Rûmî Dergâhı dışında İstanbul’da bir tek mevlevihane tam haliyle korunmuş, müze haline getirilmiştir. Bu mekan, Galata Mevlevihanesi’dir. Orijinal adı Kulekapı Mevlevihanesi olan Galata Mevlevihanesi, İstanbul’un fethinden sonra 1491 yılında Osmanlı’nın yeni başkentinde kurulan ikinci mevlevi tekkesidir. Theophile Gautier, Enmondo de Amicis gibi meşhur Batılı İstanbul gezginlerinin “ Beyoğlu Mevlevihanesi”, “Kulekapı Mevlevihanesi” olarak sözünü ettiği mevlevihanenin bulunduğu yerde daha önce Bizans’ın St. Theodore Manastırı vardı.
Ağaçlarla kaplı bu ıssız yeri, Sultan II. Bayezid bostancıbaşılık ve beylerbeylik yapan İskender Paşa'ya verir, o da burada bir av çiftliği kurar. Mevlâna'nın torunlarından Sema - i Mehmet Dede, paşadan arazisinin bir bölümünü mevlevi dergâhı yapmak için ister. İskender Paşa da bu dileği kabul eder ve 1491'de Galata Mevlevihanesi'nin yapımına başlanır. Galata Mevlevihanesi, kuruluşundan kısa bir süre sonra halveti zaviyesine dönüşür; 17. yüzyıl başlarında Kasımpaşa Mevlevihanesi'nin kurucusu Sırrı Abdi Dede'nin çabalarıyla yeniden mevlevihane haline getirilir. Mevlevihane 27 Aralık 1975 tarihinde halkın ziyaretine açılmıştır. O günden bu yana düzenlenmekte olan sema gösterileri ile geçmişle günümüz arasındaki bağ devam etmiştir.
İstiklâl Caddesi'nden Karaköy'e doğru giderken, tünele geldiğinizde soldaki yoldan devam edin. Hemen otuz kırk metre sonra solunuzda ufak bir demir kapının ardında mevlevihane'yi göreceksiniz. Bütün dünyada yalan yanlış da olsa bilinen bu aleme İstanbul'un göbeğinde birkaç adım atarak girebilirsiniz. Küçük bahçesinde küçük bir hüzün kaplar sizi.
İstediğiniz kadar bahçesinde oyalanın. Kendinizi ne zaman bu firarın daha da derinlerine inmek için hazır hissederseniz, mevlevihane'ye girin. Eminim ki şu anda duyduğum yitik zamanın sesini siz de duyacaksınız. Hele her ayın http://www.galatamevlevi.com/ adresinden öğrenilecek günleri yapılan gösterilere rastlarsanız çok uğraşmanıza bile gerek kalmaz. Ney, sizi mutlaka o yitik zamana taşır.
Çünkü neyin çıkardığı sesler İlâhi aşkın ateşleridir. Ney, çevreye aşk ateşleri saçmaktadır. Sema bu ateşi; bu koru yelpazelemektir. Ney ayrılığa isyan feryadı; sema sessiz bir başkaldırıştır. Mesnevi’nin başlangıcında Hz. Rûmî’nin;
“Dinle neyden kim hikâyet etmede,Ayrılıklardan şikâyet etmede.Der kamışlıktan ayırdılar beniNalişim zar eyledi Merd-ü zeni”
beyitlerindeki gibi âşık için ney bir bahanedir aslında. Her ses Sevgili’den bir davettir; sema bu davete icabettir. Sevgiliden gelen bu daveti tüm insanlığa ulaştırmak için ise; her ayın ikinci ve son cuma günleri Galata Mevlevihanesi’nde sema gösterileri düzenlenir ve semazenler gönülden davetiye sunarlar.

Hz. Rûmî’nin şiiriyle son verelim:
“Bazen görünmeyen, gizli kalan,Bazen görünen belli olan biziz.Biz bazen mü’miniz, bazen mûsa'nın dinindenizBazen de hıristiyan'ızBu gönlümüz, her gönlün örneği olmak için Her gün bir başka suretle görünür kendini gösterir."

Eyvallah…



Atilla Baran Demirtaş
Tel : 0505 - 678 0618 0535 - 210 4565




15 Ekim 2007 Pazartesi

Zamanın Bozamadıkları


Zamanın bozamadığı
Galata Mevlevihanesi

Yazı/Text:OYLUM YILMAZ

2007 yılı tüm dünyada Mevlana yılı olarak kutlanıyor. Galata Mevlevihanesi, Mevleviliğin merkezi ve doğum yeri olan Konya Mevlana Türbesi’nden sonra gelen en önemli Mevlevihane’dir.
Bugün artık çoktan yanıp yıkılan, başka amaçlarla kullanılan diğer Mevlevihaneler içinde mucizevi bir biçimde bozulmadan ayakta kalanlardandır.
Ve bu yüzden de çok önemlidir.

Temelleri 1490’lı yıllarda atılan Mevlevihane pek çok onarımla ayakta durmayı sürdürüyor.

Dışarıda bir servi, Galata Mevlevihanesi’nin bahçesinde. Edebiyat, musiki, felsefe… Şüphesiz bunlardır biçare ruhları efsunlayıp bu bahçeye çeken. Ve bir de sessizlik elbette. Beyoğlu’nun içinde böylesine sükuta dalmış başka neresi vardır ki? Galata Mevlevihanesi, geçmişini arayan ama baktığı her yerde aradıklarının zaten varolmadığını her seferinde yeniden idrak eden insanın yanılsamalı duraklarından biridir. Mevlevihane’nin bahçesinde acaba hangi servi dile gelip de anlatacaktır hakikati diye bekler durursunuz öylece… Hem sadece serviler mi… Güller, incir ağaçları, çitlembikler… Asırlıktır hepsi, asırlık ve bilge. İçerde semazenler semaya döndükçe, dalga dalga yükselen ney ve kudümün sesi sanırsınız ki ağaçların sesi olmuş, hep beraber dile gelmişler, dile düşmüşler, el ele verip hu kelimesinde, hu sesinde birleşmişler. Burası, Mevleviliğin merkezi ve doğum yeri olan Konya Mevlana Türbesi’nden sonra gelen en önemli Mevlevihane’dir. Bugün artık çoktan yanıp yıkılan, başka amaçlarla kullanılan diğer Mevlevihaneler içinde mucizevi bir biçimde bozulmadan ayakta kalanlardandır ayrıca. İşte bu yüzden de çok önemlidir. Selçuklu Devleti’nin yıkılma döneminde ortaya çıkan, ardından beş asırlık Osmanlı’yı Cumhuriyet’e taşıyan en büyük İslam tarikatlarından olan Mevleviliğin müze haline gelen son kalesi. Ölmeyen, daima başkaldıran Şamanist Türk ruhunu İslam’la barıştıran, hem düşüncede, hem toplumsal hayatta Türk–İslam sentezinin temellerini atarak günümüze taşıyan Mevlevilik bütün bunları dergahları aracılığıyla başarmıştır. Tüm dergahlarında şeyhler, dervişler yetiştirerek, tasavvuf felsefesi dahilinde edebiyata, musikiye büyük katkılar vererek, büyüleyici sema törenleriyle binlerce insanı kendine çekerek… Kısacası hemen tüm Mevlevi tekkeleri güzel sesin, güzel sözün ve hüsn-ü hattın biraraya geldiği yerler olmuşlar. Yolları İstanbul’a düşen yabancılar, gezginler, sanatçılar da başta Galata Mevlevihanesi olmak üzere İstanbul’daki mevlevihanelerde gördüklerini, Mevleviliği, kendi deyişleriyle “dönen dervişleri” tüm dünyaya duyurmuşlar.
Türk insanının tarikatlara karşı yüzlerce yıllık bağımlılığını yıkan Cumhuriyet’le birlikte Mevlevihaneler de tarihe gömülmüştür ya, Konya Mevlana Türbesi ile ismi şimdilerde Divan Edebiyatı Müzesi olan Galata Mevlevihanesi her şeye rağmen ayakta kalmışlardır. Cumhuriyetin eli, türünün en güzel örneklerinden biri olan Galata Mevlevihanesi’ni yıkmaya gitmemiş, ama gönlü de adıyla sanıyla varolmasını istememiş belli ki. Ama zaten Mevlevi Tarikatı musikisiyle olduğu kadar edebiyata yaptığı katkılarla da meşhurdur ki Galata Mevlevihanesi’nde bulunan nadir el yazmaları, tezhipler, ölmez şairlerin Şeyh Galipler’in, Ali Safailer’in, Esrar Dedeler’nin, Leyla Hanımlar’ın divanları, Divan Edebiyatı Müzesi olarak anılmasını bir anlamda doğrular niteliktedir.
Osmanlı siyasi ve kültür tarihinde önemli bir rol oynayan Galata Mevlevihanesi’nin kuruluşu II. Beyazıt dönemine rastlar. II. Beyazıt döneminin önde gelen devlet adamlarından İskender Paşa’nın av köşkü ve arazisiyken şair Ali Safai Dede’nin ziyaretinin ardından tarikata bağışlanan bu arazide, Mevlevihane’nin temelleri 1490’lı yıllarda atılmıştır. Ali Safai Dede’nin kendi elleriyle diktiği rivayet edilen servi ise bugün hala kuru bir şekilde bahçede muhafaza edilmektedir. Ali Safai Dede’nin ardından Şeyh Galip, Esrar Dede gibi divan edebiyatının ünlü isimleri, Mevlana’nın soyundan gelen birçok Çelebi Dede, Galata Mevlevihanesi’nde bulunmuş, postnişinlik yapmışlardır. Dönem dönem harap olan ve yeniden yapılan Mevlevihane’nin pek çok yerinde onarım kitabeleri göze çarpar. Yüzyıllar içinde nice yangınlar, onarımlar, eklemeler görmüştür Mevlevihane. Ve üzerine yazılmış tüm kitabeler, atlattığı nice badireleri, ona karşı, ona yandaş nice dönemleri hatırlatır zarifçe; geçmişini arayan ruhların dönüp dolaşıp geleceği yer olur böylelikle…
Mevlana Celalettin Rumi… Bir gün aniden kendinden geçip, gün ortasında dönmeye başlayan, ölümünü bile her yıl düğün gecesi olarak kabul ettirip kutlattıran Mevlana Celalettin Rumi, İslamiyetle Türkleri barıştıralı, tüm dünyaya yeni, ışıklı bir yol açalı, 800 yıl geçmiş… Bu yıl işte bu yüzden ve daha pek çok sebeple tüm dünyada Mevlana yılı. Tüm dünyanın Mevlana yılı kutlu olsun…www.galatamevlevi.com