17 Ekim 2007 Çarşamba

GÖÇTÜ GALİP DEDE CANDAN YA HÛ!



Göçtü Galip Dede Candan Ya Hû!


Kulakları çınlasın, üniversite yıllarında Tasavvuf edebiyatı alanında bilgisinden yararlandığım kıymetli hocam Mustafa Tatçı’nın, “Evet arkadaşlar, Tasavvuf edebiyatı bir sembol dünyasıdır. Birden bin çıkar. Bin de bire bakar. Tıpkı her şeyin Allah’tan çıkıp O’na döndürüldüğü gibi” sözlerinin tahrikiyle ilgi duymuştum kendisine. Sonra ezberlemekle daima mırıldanarak tat aldığım müseddesindeki muhteşem beyitleriyle mest oluşum da ayrı bir vak’a:


“Tedbirini terk et takdir Hüdâ’nındır

Sen yoksun, o benler hep vehm-i gümânındır


Birden bire bul aşkı bu tuhfe (hediye) bulanındır Devran olalı, devran erbâb-ı safanındır”


Bu beyitlerde geçen “birden bire bul aşkı” ifadesi bile, özellikle üslûp ve edebî güç açısından Şeyh Galib’i takdir etmeye yeter. Çünkü burada hem “ansızın ve ânî bir tecellî anlamında aşkın bulunması”, hem de “bir olan Allah’tan gelen ve yine ona giden aşkın bulunması gerektiği” anlamı var. Bu ve buna benzer okumalar, beni baştan başa ateş olup insanı iliklerine kadar yakan Hüsnü Aşk adlı eserine kadar götürdü.


Evet, yıl 1782’dir ve Şeyh Galib’in de bulunduğu bir şiir meclisinde Nâbi’nin Hayrabat’ı okunur. Okuma faslından sonra, oradakiler Nâbi’nin söz konusu eserine denk bir mesnevînin bir daha yazılamayacağını dile getirir. Henüz 24 yaşındayken bir divan sahibi olan Şeyh Gâlib buna içerler. Ve Nâbi’nin Hayrabat’ından başlayarak, o günkü şiirin eksikliklerini bir bir sıralar. Meselâ Hayrabat’ta, süs olsun diye kullanılan zincirleme Arapça ve Farsça tamlamalar üslup açısından bir fazlalık ve ağırlık olmaktan başka bir şey değil. Bunun yanında, pek inandırıcı bulmadığı mübalâğalarını da çok alçaktan uçan kuşa benzetmekten geri durmaz. Bunun yanında, söylediği hikâyeyi çalıp çırpma bir hikâye olarak değerlendiren Gâlib, öğüt vermeye kalkıştığında herkesin kullandığı, “dünya geçici, ahiret ise ebedîdir” sözlerinin tabiî olmadığını da ekler. Ayrıca söyleyişler eskimişliğinden, binlerce şâirin, şiirlerini aynı teşbih ve mecazlarla ifade etmeye başladığından, aynı fikir ve hayallerin üçüncü sınıf şâirlerin diline düştüğünden ve ne parlak bir fikir, ne de parlak bir hayal kullanan şâirin kaldığından da dem vurur.


Şeyh Gâlib’in bu düşünce ve tenkitleri karşısında, mecliste bulunanlar da bu eleştirilere karşılık, Hayrabat kadar ve hatta ondan üstün bir eser meydana getirmesi gerektiğini ifade ederler. Bu iddia üzerine Şeyh Gâlib eserini yazmaya girişir. Ve 1782-83 yıllarında 6 ay gibi kısa bir sürede Hüsn ü Aşk’ı bitirir. Bununla da kalmaz, bu eserinde hem devrindeki, hem de kendinden önceki şâirlere âdeta meydan okur:


“Gencînede (Hazinede) resm-i nev (yeni) gözetdim Ben açdım o genci ben tüketdim”


“İn dem ki zi şâirî eser nist

Sultân-ı sühan menem diger nîst”


Peki Şeyh Gâlib bu haklı gururu neden açık açık beyan ediyor? Çeşitli kaynaklar tarafından Divan şiirinin son büyük şâiri ve son doruk temsilcisi olarak kabul edilen Şeyh Gâlib’den sonra Divan şiirinin çözüldüğü hükmünü hesaba katarsak, bu gurura bir anlam verebiliriz. Nitekim Hüsn ü Aşk’taki kahramanlar ne Leyla ve Şirin gibi somut güzeller, ne de Mecnun ve Ferhat gibi somut âşıklardır.


Bu eserde bizzat Hüsün ve Aşk sahnededir. Bu iki kahraman asırlardır dillendirilen eserlerdeki felsefî bakış açılarını anlatmak için âdeta sahneye çıkmışlardır. Tanzimat öncesi ve sonrasında Divan şiirinin eskiliğinin eleştirildiğini nazara alacak olursak, Hüsn ü Aşk’ı yorgun bir medeniyetin son güzel şarkısı addedebiliriz. Evet, Beşir Ayvazoğlu’nun ifadesiyle; bu eser, ateşler içinde kül olmak üzereyken, kuğunun, gagasının en son deliğinden söylediği son güzel şarkıdır. Dolayısıyla da Şeyh Gâlib şem’-i cânda var olan şûlenin, âsumanın fânusuna sığmazlığını bir kez daha ve en güzel şekilde ispat etmiştir.


Gerçekten de eşsiz ve sonsuz bir aşk bestesi olan Divan şiirinin mensup olduğu medeniyetin felsefesini bu eserle veren Şeyh Galib, hazineyi de tüketmiştir. Ama tükettiyse de hazineyi, ismi ve edebiyatımıza kazandırdığı Hüsn ü Aşk mesnevisi asırlardır okunduğu hâlde tükenmedi; hâlâ yaşıyor. Bu açıdan Ocak ayında (3 Ocak 1799) vefat etmesi dolayısıyla, Sururî’nin “Göçtü Gâlib dede candan yâ hû” mısrasıyla, onu rahmetle anmanın sorumluluğu içinde haklı bir gururu yaşıyoruz. Bu gurur böyle âbide şahsiyet ve eserleri dev aynasında bize aksettiren edebiyatımızındır.


Habib FİDAN

Hiç yorum yok: